01 Ekim 2022
Kategori: Yazılar
Masamın başına uzun zamandır aklımı meşgul eden ‘Haftanın 6 Günü Uyuyan Adam’ isimli hikâyeme taslak oluşturmak için oturmuştum. ‘Şahsına Münhasır Bey’in Başına Gelenler’ üzerine de çalışabilirdim tabii. Haftalardır not defterime çeşitli fikirler karalıyor, bunları kâğıda dökmek için motivasyonumun biraz olsun yükselmesini bekliyordum. Boynumu dik tutabileceğim ve kenarda ödevlerimin beklemeyeceği o mükemmel anın hayaliyle günlerimi geçiriyordum. Fakat hayır, sorun ders programım yahut boğazıma takılı kalan kelimeler değildi. Odamın o sırada gözüme yeterince toplu gözükmemesi, karnımın guruldaması da değildi. 2021’in Aralık ayında üstüme çullanan o his tekrar peşime düşmüştü sadece. Bileklerime tutunuyor, beni içine çekiyordu. “Ne anlamı var?” diye soruyordu. “Haftanın 6 günü uyuyan adamdan kime ne?”
***
Okuldan çıkmış, metroya gitmek için üst geçitten geçiyordum. Ankara ayazı yanaklarımı kesiyor, ellerimi morartıyordu. Kulaklıklarımdan yayılan tatlı müziğin etkisiyle biraz olsun huzur bulabilmiştim gerçi. Yolum o küçük kızın yanından geçmeseydi keyfim hayatta kaçmazdı.
Aşina olmadığım bir görüntü değildi bu.
Suriyeli bir kız çocuğu yere çömelmiş oturuyordu. İncecik bir kazak ve kirli kot pantolon giymişti. Saçı başı dağınık, burnu silinmekten kızarmıştı. Beklentisiz bir şekilde önüne bakıyor, baktığı yerde ufak bir kutu duruyordu. Shakespeare dersinden çıkmıştım. Viktorya Dönemi dersinden. Şiirler şarkılar görmüştük, Zeus’tan bahsetmiştik bütün gün. Tanrı demiştik ona.
Mustafa Hoca’nın derste bahsettiği ‘epiphany’ hissi zihnime bir ok gibi saplandı. Her şey bir anlamını yitiriyor, bir anlam kazanıyordu. “Ne kıymeti var?” diyordu birileri önümden, arkamdan, sağımdan ve solumdan. “Diyelim ki mezun oldun, yüksek lisans yaptın. Yepyeni kitaplar yayımladın, okuyucuların her gün arttı. Sevdiğin yerde sevdiğin insanlarla çalışmaya başladın. Tatlı bir aile kurdun, geçim derdi olmadan yaşadın. Bunların ne kıymeti olduğunu soruyorum. Şuradaki kız üşüyor.”
Haruki Murakami kayboluverdi. Fitzgerald’ı yitirdim, Shakespeare sisin içine çekildi, The Beatles’ın nasıl bir kıymeti olabilirdi bu çocuk üşürken? Ya da işte, mesela üstümdeki paltonun. Sonra nasıl bir manası olabilirdi Çalıkuşu’nun; Orhan Pamuk kimdi, Virginia Woolf neyi savunmuştu hatırlayamıyordum. Van Gogh dertliydi galiba, Oğuz Atay intihardan söz açıyordu. Birileri felsefe üzerine sohbet ediyordu. Felsefe konuşmanın amacı neydi şimdi? Tek bildiğim gözümün önünde üşüyen bir kız olduğuydu.
Kızın yanından 3 kere geçtim. Her seferinde çeşitli şekillerde ona yardımcı olmaya çalıştım. Ama hiçbir şey yeterli gibi gelmedi. Tüm hayatım, tutkulu olduğum her şey gözlerimin önünde eriyip gitmişti. Şimdi sadece bu kızın bir daha asla üşümeyeceğinden emin olmak istiyordum.
Günümü kendime kızarak geçirdim. Her türlü zevkimden iğrenmiştim. Agatha Christie’nin, David Bowie’nin yahut Mozart’ın yüzüne dahi bakmak istemiyordum. 19 yaşındaydım ve iyi yaşadığımı öğrenmek midemi bulandırmıştı.
***
Şimdi 2012 yılına gidelim. Ablamla ortak kullandığımız odamızın duvarında tıpkı bize benzeyen iki Afrikalı kız kardeşin fotoğrafı duruyor. Bu fotoğrafın çiçekten çerçevesini el işi kâğıtlarıyla biz yapmışız. Askılıktaki pembe cüzdana elimizde ne kadar bozukluk varsa atıyor, belirli bir miktara ulaşınca Suriye’ye gönderiyoruz. Raflarımızdaki barbielerin adı şu şekilde: Defne, Whitney Houston, Bahar, Theresa, Emre, Cem Yılmaz, Lady Gaga, Meryem.
Annem arabanın kornasını çalıyor hemen aşağı koşuyoruz. Okul yolundaki ışıklarda dilenci çocuklar karşımıza çıkıyor. Annem çantasında tuttuğu not defteri, kalem ve şekerleri çocuklara uzatıyor. “Yetişkinlerin kullanamayacağı şeyler vermek daha iyi.” diyor.
Sınıf arkadaşlarıma anlatıyorum: “Suriye’yi hiç duydunuz mu?”
“Haberlerdeki şehir mi?”
“Yok, ülke. Orada şu an savaş var. Bizim de bir şeyler yapmamız lazım. Yardım toplayabiliriz mesela.”
“Nasıl yardım?”
“Oyuncak falan.”
Çocuklar işe yaramayı seviyor. Hemen sınıf gazetemizi hazırlamaya başlıyoruz. Kapakta şöyle yazıyor: “Yardımlarınız 2000 insanı falan kurtarabilir” Bunu yazarken yazdığımıza inanıyoruz. Öğretmenim gazetemizi gösterince siyasi mesaj vermememizi söylüyor. “Siyasi mesaj mı?” diyorum. “Hani nerede?”
9 yaşındayız. Gazetemiz yasaklanıyor.
***
Geçen gün bir arkadaşım, çok sevdiğim bir arkadaşım, bana ‘Suriyeli Sevici’ dedi. Arap sevici. Ku Klux Klan’ın ‘Nigger Lover’ı gibi değil mi?
Irkçılar pek de yaratıcı değil.
***
Üniversitemde geçirdiğim her gün yeni bir ideoloji çatışması yaşanıyor. Fakat nedense fikirden çok sayı duyuyorum. Şu kadar kişi, şu kadar vatandaşlık, şu kadar şu kadar şu kadar…
“Çok çocuk yapıyorlar.” diyorlar. “Evimden içeri sokmam.” diyorlar. “Bizim başımıza bir şey gelse onlar yardım eder mi?” diyorlar. “Erkekse ülkesi için savaşsın.” diyorlar. “Genç erkekler niye askerde değil?” diyorlar. Hem de feminist arkadaşlarım diyor bunları. “Kendi sorunlarımızı çözelim boşverin elin Suriyelisini!” diyorlar. “Türkiye Türklerindir.” diyorlar. Damarlarındaki asil kandan bahsediyorlar.
Bu ifadelere anlam veremiyorum. Bana öğretilene göre birinin yardıma ihtiyacı varsa ona yardım edilir. Bu durumdan ne çıkar sağlanılacağı düşünülmez. Yardım sırasında şüphe duyulursa her iki taraf da zarara uğrayabilir. Bunun için kararlı bir şekilde sonucunun bana ne katacağını düşünmeden insanlara el uzatmaya çalışıyorum. Karnım toksa artık ekmeğin diğer yarısına ihtiyacım yok demektir. Sadece paylaşmak istiyorum.
“Sen çok hayalperestsin.” diyorlar. “Fazla duyar kasıyorsun.” diye dalga geçiyorlar. “Abartıyorsun, onlar öyle yaşamayı seçmiş.”
Genç Suriyeli erkeklere bakıp da hiç neden ülkesi için savaşmadığını düşündüğümü hatırlamıyorum. Dünya cinsiyet normlarını yıkmak için bu kadar çabalarken biri sırf erkek doğduğu için ondan savaşmasını beklememizi doğru da bulmuyorum. Herkesin ölüme kafa tutması gerektiğine inanmıyorum. Herkes korkusuz olamaz. Babaların çocuklarının yanında kalmak istemesini anlıyorum. 18 yaşında bir gencin neden kendini silahların önüne siper etmediğini anlıyorum. Benim okulumdaki kaç genç erkek tedirgin olmazdı merak ediyorum. Onları suçlamıyorum. Sadece empati bekliyorum.
***
Biz insanları, bombalardan kaçtıkları için suçluyoruz. Evleri yıkıldığında yeni ev aradıkları için rencide ediyoruz. Yeni bir hayat istedikleri için burun kıvırıyoruz onlara. Sanki yarın savaş çıksa Almanya’daki dayılarımıza koşmayacakmış gibi kendimizden emin konuşuyoruz. Önce kendimiz diyoruz. Ama bu kendimiz kim merak ediyorum. İngilizlerin çizdiği hududa boyun eğiyoruz. Kendimizle kafayı bozmuşuz.
***
Ne zaman üşüyen bir çocuk görürsem paltomu çıkarıp ona saracağım. İşte bu yüzden asla cumhurbaşkanı olamayacağım.
Yorumlar (4)
Çiğdem ECE
yanıtla
Leselya Koko
yanıtla
Neşe Kutlutaş
yanıtla
Leselya Koko
yanıtla